Seyhan Akıncı – Kurgunun ve gerçeğin ne olduğuna bizim adımıza birilerinin karar vermek istemesi hiç de yeni değil. İBB Şehir Tiyatroları’nın bu sezon prömiyer yapan oyunlarından “Çingene Boksör” de Nazi Almanyası’nda yaşamış gerçek bir kişi olan Johann Wilhelm Trollmann’ın yaşamını kurgusal karakter Hans üzerinden anlatıyor. Hans oradaydı, tam karanlığın içinde ve gerçeği söyleme sırası ona da geldi elbette. Cevabı, Ercan Demirhan’ın 50 dakikaya unutulmaz bir performans sığdırdığı oyunda. Trollmann, boks maçları için soluksuz kalınan bir dönemde yeteneğiyle rakiplerine adeta göz açtırmayan biri. Lakin küçük bir kusuru var: Yeterince Alman değil. Sinti kökenli olan ve lakabı Roman dilinde iyi yetişmiş ağaç anlamındaki Rukeli olan Trollmann, 1926’da çıkarılan Çingene Yasası’nın hayatını mahvettiği insanlardan sadece biriydi… Oyunda bizi Rukeli’nin yaşamı üzerinde dolaştıran Hans bir o kadar yoksul ve köksüz biri. Hayatta belki de en büyük şansı 12. doğum gününde tek başına yürürken ona gülümseyen ve cebindeki elmayı ona uzatan Rukeli’nin dostluğu. Ringde döktüğünüz alın teri ya da kelebek gibi uçup arı gibi sokmanızın bir öneminin olmadığı zamanlar. Rukeli’nin elinden şampiyonlukları alınır, olimpiyatlara gönderilmez, orduya alınıp işkence görür ve bir gün bütün bunların yeterince Alman olmadığı için başına geldiğini anlar. Hepimiz bir yerde anlamak zorunda kalıyoruz. Hans, oyunda soruyor: “Başlangıcın bitip sonun başladığı o an ne zamandı?” “Öteki”nin hikâyesiyle sahnede olan Ercan Demirhan ile konuştuk.
Pandeminin sahnelere direkt etkilerinden biri de tek kişilik oyunların artması olarak ortaya çıktı. Yeni başlayan tiyatro sezonunda da bu eğilimin sürdüğü görünüyor. Bunun uzun vadede nasıl etkileri olacağını düşünüyorsunuz?
Pandemi, her birey için farklı kavram ve hikâyeleri ortaya çıkarmış olsa da ortak itki yalnızlık yansıması oldu bence. Düşünmeye çok vaktimiz oldu ve “Benim hikâyem ne acaba?” diye bütün bireyler kendine sormaya başladı. Bu hâl, kolektif işlerin daha da güçleşmesine, maddi ve manevi olarak tahammül sınırlarımızın yok seviyeye ulaşmasına dönüştü. Bireysel soruların etkisi, tiyatroda tek kişi ya da az kişilikli oyunlara, butik sahnelere yönlendirdi, tiyatronun en büyük unsurlarından biri olan diyalog, şu an yerini biraz monologlara bıraktı. Öznel ve gündelik bireysel konuların artık tek kişilik oyunlarda daha fazla işlendiğini görüyoruz, çünkü buna ihtiyaç duyuyoruz bence. İnsanlar kendilerinin anlaşılması için ifade tanımlarını değiştirmeye başladılar ve anlaşılabilmek yaşamdaki en temel gereksinime dönüştü. Bu yoğun bireysel sorularımız biraz da olsun azalıp yaşama başımızı kaldırıp baktığımızda kolektif işler yapmaya dönecek bence Türk Tiyatrosu, ama tabii bu süreç alacak gibi. Tek kişilik oyunlar gücünü anlatıdan alıyor, bütün o dünyayı hayal ettiren, anlatan oyuncu aslında bir iddiayla da sahne de sanırım. Oyuncuları cezbeden biraz bu oluyor. Ne yapabileceklerini, nasıl yansıtacaklarını hem kendilerine hem de seyirciye deneyerek göstermek istiyorlar. Sadece kendileri ve seyirciler var. Oyunda geçen bir cümle var, “Sahneye çıktığında tam anlamıyla canlanır, seyirciyi hisseder ve onu tam anlamıyla seversin.” Tiyatronun olmazları da bu işte: Oyuncu ve seyirci. Gerisi de bir heves ve ardından sahne.
Yaşamı “Çingene Boksör” adlı bir oyuna evrilen Johann Wilhelm Trollmann pek muhtemel 21. yüzyılda faşizmin yükselişe geçeceğini, Avrupa’nın orta yerinde sürüp giden bir savaşın olacağını düşünmezdi… Zamanın değişip ötekileştirmenin hiç değişmiyor oluşu neler düşündürüyor?
Kapitalizm artık kendini iyice yiyip bitirmeye başladığı bu zamanda korku, eski klişe unsurlarına dönmeye başladı ve sahaya milliyetçiliği tekrar sundu. Bu kaosta daha fazla bilinç gerekirken, tam tersine tekdüze bireyler ve toplumlar olmaya başladık. Bir filmin içinde gibi “Bu devirde bu da olmaz” dediğimiz her şey başımıza geliyor, en acınası da savaş. Öteki kılma, ötekileştirme kök sebep. Kim öteki, ben mi siz mi? Ötekiler ne demek? Aslında herkes kendindeki farklılıklar gibi başka insanlarda da başka farklılıkların olabileceği empatisiyle biraz bakabilse keşke… Belki de empati yoksunluğu, bilmemezlik, korkuyu tetikliyor ya da sadece öteki bizin öğrendiği korkular. Bu korku ve kaygı dünyasında telaşlara kapılıp körleşmememiz lazım, insanlık tarihinde bu korku ortamları nice vahşiliklere sebep oldu, düşünebilme yeteneğine sahip bir canlı olduğumuzu unutmadan bir yaşam diliyorum. Oyuna gelecek olursak, bu vahşiliğin ve yok sayılmanın iyi bir örneği olan “Çingene Boksör”de bunu görüyoruz. İki arkadaş ilişkisi üzerinden sevginin, arkadaşlığın yanı sıra dışlanmanın, ötekileştirilmenin, şiddetin, nefretin, ölümün, faşizmin nerelere kadar gidebileceğini şahitlik ediyoruz.