Bir dil tahayyül etmek, bir hayat tarzı tahayyül etmek anlamına gelir.
Witgenstein
Neden bilmem, düşünürler/filozoflar genelde ciddiye alınmazlar. Boşa laf salladıkları sanısı yaygındır. Oysa her kelimeyi derin anlamlarla donatmayı onlardan daha iyi bilenler, belki şairler’dir. Şuna “has” şairler’dir diyelim. Etrafımızı örümcek ağı gibi saran binlerce şair’in kelamıyla tartıya vurmayalım. Yukarıdaki cümleyi ele alalım. Ne diyor bize? Dilinizi öyle sağlam oluşturun ki o, hayatınızı “gereksiz” tantanalardan korusun! İşin şakası bir yana, her tantananın canını yaktığı bir taraf mutlaka vardır. Bugünlerdeki lüzumsuz gürültülerden de Aleviler, bir kez daha ziyadesiyle incitildiler. Sünni çoğunluğun bilinç-altı basınç uygulamaları, “en entelektüellerimizi” bile “kuşatma” altına almayı başarabiliyor. Bu hüzünlendirici manzara karşısında seyirci kalmamalıyız -diye düşünüyorum…
“GAFLAR” ODAĞINDA SİYASETİN OLANAKSIZLIĞI
Toplumsallık, adeta yüzergezer durumdadır; demir atacak sağlam bir zemin, herkesin görebileceği bir hedef, birlikte safları sıklaştıracak yoldaşlar aramaktadır boş yere. Etrafta hedefsizce dolaşmakta, gaflar yapıp durmaktadır. Toplumsallığımız düzenli çıkış imkânlarından yoksun olduğu için, tek atımlık şaşaalı patlamalarla boşaltır içini; bunlar da bütün patlamalar gibi kısa ömürlüdür.
Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı içinde
En başta Ahmet Şık’ın linç edilme girişimini kınadığımı belirtmeliyim. Siyaseten “yanlış”ını tartışmak başka, meseleyi en olmaza sürüklemek, onu bir Alevi düşmanı göstermek tövbe başka hesapları devreye sokmak demektir. Ne yazık ki veya ne tuhaftır ki tüm “politik özneler” zaman zaman veya çoğu zaman bu tür gaflar yapabiliyorlar. Yerli ya da yersiz, fark etmez. “Anadolu halkı şehvetle konuşmayı sever” der Nâzım Hikmet. Sadece halkı değil, politikacıları da öyle. Seviyoruz konuşmayı. Çok konuştuğumuz için de çokça şapa oturuyoruz. Konuşmak aslında bir tür “diyalog”dur da ancak bizdeki konuşma biçimleri/renkleri/tonları biraz “abartılı”dır. Haykırmak gibi, nara atmak gibi, höykürmek gibi, ana avrat dümdüz gitmek gibi. Her kafadan bir ses çıkar ama hangi kafadan hangi sesin çıktığını ayırt etmek için “bilirkişi”lere ihtiyaç duyulur. Ombudsmanlar da bunun için varlar galiba.
Ahmet Şık’ın “az önceki geçmişi”ni bilen herkes bir “art niyet” gütmediğine imza atar. Doğruları uğruna “bedel” (bu “bedel” denen kesilmemiş hesap da çok ederli bir lafı güzafa dönüştü ya her neyse) ödeyenlerden biri üstelik…
En tepedekinden en alt sıradakine “konuşma ihtiyacı” çok yoğun olduğundan gaf yapma da bir o kadar ifrata varmıştır. Yine de “özür dilemeyi” bilmek bir erdemdir denir. Gerçekte ise bu erdeme sırtını yaslayanı “zayıflıkla” itham eden kesimler, yine en tepedekinden en alt sıradakine ulaşan bir seyir izler. Sözde “güç/lü/lük” tüm kesimlerin olmazsa olmazıdır. Tuhaf olan toplumsalın en alt tabakasındakinin de böyle bir “arzu”ya kapılmasıdır. Oysa “siyaset aygıtı”, kendi kendini doğru düzgün işletebilmesi için bile olsa eşitsizliği şart koşar veya rekabeti zorunlu sayar. Her ne kadar eşitsizliklerin her türlüsü mide bulandırırsa da bu, sadece düşünürlerin/felsefecilerin ve doğrudan siyasetle bağlantısı olmayan sanatçıların midesidir… Evet, yanlış okumadınız, hiçbir “siyasi alet”in “eşitlik/adalet” üretmek gibi bir hedefi yoktur, olmamıştır, olamaz da. Yasadaki “eşit imkân” ilkesi asla ve kata gerçekleşmez, gerçekleşemez. Ütopya olarak anılması bile güzel diyerek taltif edelim onu.
SİYASETTE “ETİK”İN YERSİZLİĞİ VEYA “KİMLİK” SİYASETİ’NİN OLANAKSIZLIĞI
“Bunun neresi yanlış?” farklı görüşlerin bastırılmasında son derece etkili bir araç niteliği edinir ve eleştiri dedikoduya indirgendiğinde doruk noktasına ulaşır. Burada da ilginç bir mekanizma söz konusudur. Aslında bir yandan iktidarın karizmatik kişiselleştirilmesi, tüm dikkatin lider üzerinde, onun alanı ve davranışları üzerine odaklanmasına yol açar ve bu, kamuoyunun kararıyla değil medya popülizmine özgü bilinçli bir politik tercihten kaynaklanır. Öte yandan, her tür eleştiri ve her tür muhalefetin dedikodu olarak sınıflandırılması mümkün hale gelir ve kamuoyu Aydınlanma öncesi evresine geriler: komşuların kötü âdetleri ve güçlülerin kötü alışkanlıkları üzerine hınç dolu dedikodu.
Maurizio Ferraris, Yeni Gerçekçilik Manifestosu içinde
Geçelim en önemli mevzuya. Bir Alevi’nin veya Kürt’ün, daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herhangi bir bireyin Cumhurbaşkanlığına adaylığını tartışma konusu etmek, en basitinden veya en ağırından “etik” değildir, dolayısıyla Ahmet Şık’kın veya bir başkasının bunu “kaybetme” içgüdüsüyle dillendirmesi bile bir “kaybetme”dir. “Siyaset pragmatizmi” de bir yere kadar. Kazanmak için her türlü ilkenizi çiğneyebiliyorsanız, baştan kaybettiniz demektir ki Kılıçdaroğlu’nun bu bağlamda öncekilerden farklı bir kaybedişe imza atacağını hepimiz biliyoruz. Onun nezdinde kazanan başkaları olacaktır mutlaka, orası ayrı.
Neden mi? Nedenleri hep beraber seçimden sonra konuşuruz; şimdilik “erken öten uğursuz horoz” durumuna düşmek gereksiz diyelim…
Anlaşılmayan şu ki Kılıçdaroğlu, bu ülkenin kurucu partisinin başına gelebiliyor veya getirilebiliyorsa Cumhur’un da başına seçilebilir. Ayrıca seçilemezse dünyanın sonu gelmez. Tıpkı Muharrem İnce’de olduğu gibi… Kazanacağı o kadar garantiydi ki millet şenlik ateşleri yakmak için sokaklara dökülmeye, sandığa ilk giden ve İnce’ye ilk oy verenden itibaren hazırdı! Ne “umut tacirliği” ama veya ne travmatik tablo; bakarken göz-burkan bir tablo…
O olmaz bu olmaz psikozuna kapılmak, baştan “olmaza” teslim “olmak”, iktidarın (her kim, her ne ise) oyununa gelmek demektir. Bu tür tartışmalara zemin oluşturmak, mevcut iktidara veya sözde rakibe başka argümanları devreye sokma imkânı tanımak demektir. Öyle ya hele bir kez de Sünni “çoğunluk” fikrini zikrini sorgulasın. Ona da bir “kendini görme” fırsatı tanınsın. Fark etsin ki “mezhepçiliğin yolu” bubi tuzaklarıyla dolu, mayın tarlalarıyla çevrili…
Beklenir ki oyun içinde oyun tezgâhlanmasın, sürü içinde koyun melankolik takılmasın…
“RESMİ/GÜNCEL” SİYASETE SEYİRCİ KALMANIN OLANAKSIZLIĞI
Akıllı iktidar ruhu zorlama ve yasaklara tabi kılmak, disipline etmek yerine ona sokulur. Bizi susturmaz. Tersine sürekli olarak iletişimde bulunmaya, paylaşmaya, katılmaya, fikirlerimizi, ihtiyaçlarımızı, isteklerimizi, tercihlerimizi duyurmaya ve hayatımızı anlatmaya davet eder. Bu dost iktidar baskıcı iktidardan daha güçlüdür adeta. Görünürlüğün her türünden muaftır.
Byung-Chul Han, Psikopolitika (Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri) içinde
Altmış yıldır “dost iktidar” diye bir şey duymadım, bilmiyorum. Benim “ideolojik belleğim” böyle bir şeye yer açmamış. Cümleden anladığım “iyi polis kötü polis” meselesinde hangisinin daha verimli sistemi temsil ettiğiyle alakalı bir şey. “Görünürlüğün her türünden muaf” olması da ayrıca çok tehlikeli “görünüyor” ki mutlaka öyledir.
Neredeyse kırk yıldır “Resmi” veya “Güncel” politikayla yakından ilgili değilim, Kılıçdaroğlucu hiç değilim ancak Türk-Kürt, Alevi-Sünni gibi her türlü “bölücü söylem”i aşabilmek için bile olsa bu tür “sistem-içi sınır ihlalleri” desteklenmelidir -diye düşünüyorum. Özal kendisini Kürt olarak mı Cumhur’un başına seçtirtmişti? Elbette ki hayır. Hiç de abes karşılanmamıştı üstelik. Hatta gayet de “liberal” dünyanın hem efendisi hem kölesi idi. Ötesi mi? Kılıçdaroğlu’nun da “Alevicilik” yapmadığını söylemek, “altılı” masaya bakarak konuşursak, malumun ilanı olur ki bunu Sünni kesimin de gözlemlediğine eminim. Kör olduklarını düşünmek abesle iştigal olur. Kılıçdaroğlu’nun Marksist ya da komünist ekonomi-politiğe hizmet edeceğini düşünen de yok veya “devletçi kapitalizm”i yeniden tesis edeceğini sanan falan…
Ol bir tuhaf neo-liberalizm ki baş tacıdır yeryüzünün, Kılıçdaroğlu da ona “bir şekilde” hizmet etmekle görevlidir.
Sistemin bir anda devasa özgürlük şiarıyla şahlanacağını falan da aklınızdan geçirmiyorsunuzdur umarım. “Altılı masa” o haliyle ancak “yirmi yıllık bilanço kaybı” ile hesaplaşabilirse ne âlâ ki benim ondan da umudum yok. Yine de bir “vitrin değişikliği” insanlardaki “ölü toprağı” silkeleyecekmiş gibi bir izlenim uyandırıyor. En basitinden, Gökçek ve diğer büyükşehir belediyelerinde olduğu gibi bunların da “siyaseten” seçilemeyip “muhalefete” düşebileceğini görmek… Yanlış anlaşılmasın, “sistemin kendi bekası” için acil zorunluluk…
Neo-liberal dünyada emekçi halkın refahına yönelik bir vaat inandırıcılığını çoktaaannn yitirmiş durumda.
2023’te 100 yıllık Cumhuriyet’le yüzleşmeye gidileceği ve Fransız usulü yeni “cumhuriyetler” ilan edileceği hayalleri taşıyanlara veya kâbusları görenlere de roman yazmalarını öneririm; kurgu dünyalarda her şey mümkündür. Bilmez misiniz ki bizde sistem içi, sistem dışı tüm ihlaller “metaforik ve kurgusal” bir hat izler. Takiyye de ipte cambazlığa, sahnede soytarılığa soyunur…
Öyle ya “aşındırılan” yeterince aşındırılmıştır. “Eski dünya sistemleri”nde yer yer “doğrudan/bodoslama” politikalarla/politikacılarla karşılaştığımız olmuştur ama artık böyle bir “dünya” kalmadı. “Katı olan her şey” gibi o da “buharlaştı”, gözden de gönülden de ıradı…
Resmi veya Güncel siyasetin de sistem-içi sınır ihlallerine ihtiyacı var dedim ki bunun mantığı şu: gazı alınamayan “toplumsal”ın nasıl koku yayacağı belli olmaz. Bu nedenle düzenin “esnekliği/elastikliği” bir tür koruyucu kalkan işlevi görsün diye “seçim mekanizması” devreye sokuluyor.
Dört-beş TİP’li sosyalist de mecliste bir hakkın (sosyalistlerin mecliste olma hakkı; 15 TİP’liyi anımsayalım) elli yıllık gaspına yönelik itirazı dillendirmiyorlar mı? Her türlü “bedel”i göze alarak siyaset yapmaya çalışan HDP’liler de öyle değil mi? 100 Yıllık Cumhuriyet’te Kürtlerin “itilmişliğini/kakılmışlığını” redde yönelik bir girişimi içererek yola çıktı ama “Türkiyelilik” iddiasına diğer partilerden daha fazla vurgu yaparak “etnikçi” takılmadığını da belirtme gereği duydu. Ortada bir takiyye yoksa eyvallah.
Gözlemim odur ki “sistem içi” tüm partiler Amerikancılık yaparlar, Rusçuluk yaparlar, Avrupacılık yaparlar, hatta Arapçılık/Ortadoğuculuk yaparlar ama Türkiyecilik konusunda eli yüreği, akli melaikesi biraz cimriliğe meyyaldir. Ne toprağı ekerler ne cebi dikerler.
Ne yalan söylemeli, “bizim” biraz “Türkiyeciliğe” ihtiyacımız var. 100 Yıllık Cumhuriyet tarihinde de, öncesinde de çok fazla arazi kavgalarına giriştik. Birbirimizi paralamaktan elimizde yüzümüzde çiziksiz toprak parçası kalmadı. Kinimizi ne inançlarımız yatıştırabildi ne ideolojilerimiz… Varsa yoksa “köpek gibi” hırlamak, “gök gibi” gürlemek… Yan komşumuzu bile azarlamak, iteklemek hatta köteklemek, yetmedi ıssıza çökertmek ve bir çukura iteklemek… Bu alanda muhteşem profesyonelliğimiz açık gizli arşivlerde kayıtlıdır; orada değilse hafızalarda, ağıtlarda…
Demek istediğim şu ki “barış” ihtiyacı, “asgari müştereklerde buluşma” ihtiyacı öyle boyutlara vardı ki hüzünlü bir şiiri içli içli okuyup ağlar gibiyiz.
Bir mola verelim. Olup biteni algılayabilmek amacıyla bile olsa, “hava/iklim/kişi” değişikliği iyi gelir -diye düşünüyorum.
“YALAN DÜNYADA” SİYASETİN OLANAKSIZLIĞI
Bugün siyaset, hayattan başka değer tanımıyor (ve dolayısıyla da, hayattan başka değersizlik de tanımıyor): ve bu gerçeğin içerdiği çelişkiler giderilene dek, Nazizm ve faşizm asla hayatımızdan çıkmayacaktır. (Nazizm ve faşizm, çıplak hayatın belirlenmesini siyasetin ana ilkesi haline dönüştürmüştür.)
Giorgio Agamben, Kutsal İnsan (Egemen İktidar ve Çıplak Hayat) içinde
“Çıplak hayatın ana ilkesi”, ne yalan söylemeli, sadece ülkemizi değil dünyamızı fazlasıyla bitkin düşürdü. Hele “pandemi”… Küresel salgın sonucu tıkıldığımız evlerimizin pencerelerinden bakadurduğumuz gökyüzü, insanlığın/canlı dünyanın bugünü ve geleceği için hiç de iyi şeyler fısıldamadı. Geçmişi zaten malum… “Değersizliğin dibi”ne gömülmekten de iflahı/mız kesildi.
Yenilerde silkelenip kendimize gelmeye çalışırken olmadık tartışmalarla ruhumuzu yormanın mantığı yok. İktidarlar, troller vs zaten o işi fazlasıyla yapıyorlar. Bize düşen “parçalı yanlışlar veya gaflar” sandalına binip siyaset yapmaya çalışmak değil. Mezhepçilik faşizminin kuyruğuna takılmak hiç değil. Etnikçilik gemisine de binmenin hiçbir yararı yok. Binenler bu topluma/coğrafyaya çok acı çektirdiler, çektiriyorlar. Bunları “dünya faşizmleri” çok fazla kurcaladı ve devasa bir ceset yığını, ruh yorgunluğu bıraktı ardında, bırakmaya da devam ediyor. Almanya’sından İtalya’sına, İspanya’sından Yunanistan’ına, Türkiye’sinden Şili’sine, Ortadoğu’sundan Balkanlar’ına…
SON’UÇ OLARAK
“Herkesin ve her toplumun çeşitli önyargılardan, kutsal inanışlardan ve nefret imgelerinden oluşan, özgün genel kabulleri vardır.”
Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti içinde
Yalan dünyaya ağıt yakmaktan, gözyaşı dökmekten daha ivedi arayışlara odaklanmalıyız. Buna “önyargılarımızdan arınma terapileri”ne katılmakla başlayabiliriz.
Alaattin Topçu