Alain Guyard’ın“Kodes” adlı romanını, yeni başlamama rağmen, ilginç bulduğumu itiraf etmeliyim. Fransız “kodes”indekilere“felsefe dersi” vermekle görevli bir karakter üzerinden şekilleniyor roman. “Aslında kaderimde hapishane yoktu”yla ilk cümlede/satırda karşılaşıyoruz. Bu küçük tanıtım ve paylaşımda romanı baştan sona didiklemeyeceğim tabii. Diyeceğim tüm ülkelerin “kaderinde” filozofları, şairleri, bilumum muhalifleri kodese tıkma vardır. Keyifli olmalı çünkü “sistemin işleyişi” biraz da buna bağlı. Ben “sözde” muhaliftim, on sekizinde kendimi kodeste buldum. Nâzım hem şair/yazar hem de muhalifti. Kodes kaderinde büyük bir rol oynadı, tıpkı benimki gibi. Nâzım ile kendimi yan yana anmamın duygusal bir tarafı var tabii. Usta’nın yattığı yerde bir Çırak olarak ben de yattım. 14.-15. Koğuşlar çaprazlama birbirine bakarlar. Nâzım’ınki iç avluya bakar, benimki ise küçük demir parmaklıklı pencereden dışarıya… Bursa Merkez Kapalı Cezaevi’nde bir fotoğrafım olmamasına hayıflanırım hep. Ah, şu Kenan darbesi; ben girdim, bir ay sonra darbenin postal sesleri geldi dışarıdan. Gün aydınlandığında hapishane etrafı kuşatılmıştı; karşıki binalarda “keskin nişancılar” pozisyon almışlardı; cesaret edip bakabilseniz göz göze gelmenize mani hiçbir mesafe yok…
ANILARI GEÇİYOR, YİNE KODES’E DÖNÜYORUM.
“Benim ahalim kentli entelektüellere ve filozof edasıyla kasıla kasıla yürüyen, felsefe salonlarında boy gösteren sözde profesörlere benzemezdi. Bu saydıklarım kiminki daha uzun diye okul tuvaletinde birbirine çükünü gösterir gibi ilimleriyle caka satarlar.”
Nâzım da Kodes’in başkarakteri LazareVilain gibi bir sözü asmıştır yeryüzü entelektüellerinin beyinlerine: “Şair bulutlarda uçtuğunu vehmeden dejenere değil hayatın içinde hayatı örgütleyen vatandaştır.”
Edebiyatın hangi sınıfa, kesime “seslendiğini” algılayabilmek için öncelikle yeri geldiğinde kullandığı “kelimelere”, o kelimelerin götürdüğü dile odaklanmak önemlidir. Kurguda seçilen mekânların, giysilerin, dekorların maliyeti de (bu konuda Umberto Eco’nun ufuk açıcı bir makalesi vardır) az çok bir ipucu verir. Eğer “eserin” içinde eleştiri, mizah, kara-mizah fink atmıyorsa…
Can Yücel’in biraz ironik ama yarı doğru yarı yanlış “Türkçede göte göt denir” sözü de bu bağlamda tartışılmalıdır. Edebiyatta göte göt demenin çok boyutlu bir anlamı olabilir: örneğin “göt herif” dendiğinde ne olacak? Gelmek istediğim yer: edebiyatımızı “götherif”lerden ayıklamak için az buçuk “büzük kası” yapmak gerektiğidir. Şener Şen’in başrollerinde oynadığı“Kabadayı” filmindeki Rasim Öztekin’i anımsayalım yeri gelmişken. Eski düzen’in“klasik mafya”sının yeni düzen’in“postmodern mafya”sına kafa tutması öyle kolay olmasa gerek.
Ne tuhaftır ki sanatın/edebiyatın nahoş taraflarından biri budur: Erbapları eğer “muhalefete” de bulaşmışsalar, “düzenin her türlü mafyası” ile mutlaka bir yerde “karşılaşma/ları” gerçekleşir, hatta bu karşılaşmalar tek taraflı “düello”ya da dönüşebilir. İşte o noktada, “yıkılmadım, ayaktayım” diyebilmek bir arabesk tekerlemenin ötesinde anlam ifade eder.
“Göt herifler” dediğime bakmayın, “göt kadınlar” da hayli fazla; sanat/edebiyat, tarihin hiçbir dönemi(nde) bu kadar yanardöner karakter(siz)ler ortaya çıkarmadı; onları baştacı etmedi, hiçbir döneminde ama…
Sansüre ses çıkartmazlar; bir kitabın, yazarın/yayıncının lincine ortak olurlar, hatta en önde/öncü konum alırlar; aydınlanmacıdırlar ama aydınlanma değerleri nerede başlar nerede biter bilmezler; sanatla/edebiyatla iştigal ederler ama niye ederler; dâhi desem dâhi değiller; ilahi desem ilahi değiller; yaptıkları ettikleri hiçbir şeyin önünü arkasını sağını solunu düşünmezler; Byung-Chul Han’ın ifadesiyle “palyatiftoplum”un pekiştireçleri olarak en önde koşarlar. Koca harflerle İSTİSNALARI ayrı tutuyorum elbette.
80 sonrasının her alanda yarattığı tahribat öyle üç beş güne helalleşilerek veya yetmez ama evetlerle onarılabilecek gibi değilken… Nasıl görmezden gelebiliriz ki; son yirmi yılın pespayeliği de üstüne acı biber… Küresel kaos da her yönüyle kapitalizmin post-truht tablosunu gözler önüne seriyor; dünyanın ortasına bir kenef fotoğrafı koyun, isteyen ayakta işesin, isteyen oturarak sıçsın… Tablo’nun dekorunun maliyeti de hesaba kitaba gelmez türden…
“PALYATİF TOPLUM” ACIDAN “HANGİ DELİĞE” KADAR KAÇABİLİR?
İnsanın tüm yapıp etmelerinin altında iki temel güdü hâkimdir. Acı’dan kaçmak, Haz’za sığınmak… İnsanlık tarihi Acı’nın baskın/dominant fabrikasından başka bir şey değildir aslında. Diğer yandan Haz’zı da her an işe alacakmış gibi sırada, kapı ağzında, eşikte bekletmiştir. Küresel ağların bunca yaygın olmadığı dönemlerde, yerel/lokal kaldığı çağlarda çok da sorun değildi Acı fabrikasını yirmi dört saat Haz’dan azade çalıştırılması. Ne var ki modern dünya öyle bir hal aldı ki en fukara komşumuz bile “Haz” almanın bir yolunu bulurken bizim gibi “saçma/absürt” karakterlerin, Metin Altıok’un bir dizesine atfensürgit “acı’ya kiracı” ikamet etmeleri, ne yalan söylemeli, büyük bir aptallık, Tahsin Yücel hocanın bir deneme eserine atfen “Salaklık” ifadesi de abartı sayılmamalı.
Haz mevzusu gündeme gelince ister istemez “Yasak Olmayan Hazlar” eseriyle Adam Phillips de unutulmamalı. Bir addan da anlaşılabileceği gibi, “yasak hazlar” da var. Olan ile Olmayan hazları tasnif etmek iki iz peşindeki bu metnin derdi değil. Şimdi daha çok “acıdan kaçış” için dünyanın gözü önünde kazılan tünele işaret edeceğim, yani Byung-Chul Han’ın “Palyatif Toplum / Günümüzde Acı” adlı eserini irdelemeye çalışacağım.
Eleştiri kadar övgü de bir hak bilirliktir. Byung-Chul Han’ın tüm eserleriyle beni kendine hayran bırakan düşünürlerden biri olduğunu söylemem bir hak bilirlik olarak kayda geçsin. Son yıllarda adı öne çıkanlardan. Şeffaflık Toplumu, Şiddetin Topolojisi, Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü, Yeryüzüne Övgü, Psikopolitika (Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri), Eros’un Istırabı, Zamanın Kokusu, İktidar ve tabii en son edindiğim ve bir çırpıda (zaten tüm eserleri bir çırpıda okunma özelliğine sahip, yazarın üslubu bu anlamıyla oldukça başarılı kabul edilmeli) okuduğum Palyatif Toplum (Günümüzde Acı)…
Doğrusu bu noktada “sola soldan kafa atmak” geliyor içimden. Neden mi? Oscar Wilde “arzulayan ama eyleme geçmeyen kişi ancak hastalık doğurur” der. Buradaki “kişi” ibaresini ben, örgüt/parti/dernek/vakıf vb olarak değiştireceğim. Mızmızlanmanın ötesine geçen bir “eylemlilik” görülüyor mu etrafta?Ne var ki yine de kıyamıyorum Sol’a çünkü insanlığın az buçuk bir “gelecek yüzü” görme olasılığı varsa, bu da Sol’un inadı hürmetinedir. Acıdan kaçan devasa yığınlar bu anlamıyla çok da umut vermiyorlar, dün olduğu gibi, bugün olduğu gibi… “Yarına Allah Kerim” demek de yüreği soğutmuyor, hatta ılıtmıyor bile.Görünürlerde herhangi bir “yarın” yok çünkü. Yığınlarınsa gece yatısına sakladıkları bi gıdım Haz’larını gazlamak için yatak odalarına çekilmeleri onların sistemle meselesini büyük oranda çözüyor. Dahası, televizyonları var; yarım akılları için en derin Acı’yı, Ahlak’sızlığı “eğlencelik hale” getirip Haz’ı bayağılaştırmanın da hayli işe yaradığı kesin. Kapitalizmi bu “bağlamda” kutlamak ve başarılarının daimiliği için… (İşte burada içim cız ediyor, hop dur diyorum kendime! Daha fazla yavşamanın mantığı yok!) Radyo, televizyon şu bu “eski nesiller” içindi, yakında tedavülden kalkacak olan “eski” nesiller için… Şimdi bilgisayarlar var, tabletler var, cep telefonları var, dünyanın öbür ucundaki kerhaneyle (Kumarhane Kapitalizmi olur da Kerhane Kapitalizmi olmaz mı?) anında bağlantı kuran internet var; bunlar da “yeni” nesiller için…
“Bas gaza git hazza, sevgilim bu münferit kaza…” İnsanlığı bu “münferit”(yoksa “sürgit” mi) kazadan kurtaracak yine de Sol’dur diye düşünmek istiyorum, Sol’un her türlüsünün, her renginin bir çatı altında “ortak paydalar” oluşturmasıdır diye düşünmek, doğrusunu söylemek gerekirse, hırpalanmış aklıma/vicdanıma bir miktar iyi geliyor. Oscar Wilde gibi “her şeyi çözen” bir sol/sosyalizmden bahsetmiyoruz ayrıca. Daha büyük çözümsüzlüklerin önüne barikat kurması bile bir yerde yeterli –gibi görünüyor, şimdilik.
Neyse, Sol takıntımızı şimdilik bir kenara bırakıp “palyatiflik” mevzuunu biraz daha kurcalayalım…
Byung-Chul Han’ın giriş epigrafını ben de kullanayım: “ ‘Palyatif’ sıfatının kökeninde Latince ‘manto’ anlamına gelen pallium ve bundan türeyen ‘paltoyla örtmek’ anlamına gelen palliare sözcükleri vardır. Tıpta temeldeki hastalığın tedavisinin mümkün olmadığı durumlarda hastanın şikâyetlerini, esas olarak da acılarını gidermeye yönelik tedaviyi tanımlamak için kullanılır” alıntısıyla giriş yapar Chul Han. Buradaki en önemli vurgu, “acıyı giderme” (ben geçici dindirme diyeyim) en belirgin anlamı. Tıbbi açıdan hayatımız zaten “acı/ağrı kesici”ler tarafından yönetilir hale geldi çoktan. Eskinin “doğal yollar”dan tedavisi çoktan rafa kaldırılmadı, çöpe atıldı, belleğin çöplüğüne… Chul Han da “acıya karşı tavrımız nasıl bir toplumda yaşadığımızı ortaya koyar” diyor ki mızmız toplum da diyebiliriz buna!
REHA MUHTAR’IN GAFI MI İDEOLOJİK KÖRLÜĞÜ MÜ?
Bir depremin devasa enkazının altında kalmış ama henüz canı çıkmamış bir vatandaşa, “Orada acı var mı acı?” diye sorabilmek, Attilâ İlhan’vari bir soruyla, “hangi” akla hizmet olabilir ki? Elbette “palyatif toplum”a evrilen zihniyetlere özgü bir dil yüzsüzlüğü…
“Günümüzde her yerde algofobi, genel bir acı korkusu hâkim” de Chul Han’ın bir başka saptaması. Bunun da yani algofobi’nin de sürekli anesteziye yol açtığını belirtiyor ki haksız mı?
Dahası mı? “Algofobi siyasete de yansır. Uyum ve uyuşma baskısı artar. Siyaset palyatif bir alana yerleşerek her türlü canlılığını yitirir. ‘Alternatifsizlik’ siyasi bir ağrı kesicidir. ‘Muğlak’ orta yol palyatif bir etki gösterir. Tartışmanın ve daha iyi savlar uğruna mücadelenin yerini sisteme uyma baskısı alır. Demokrasi-sonrası bir toplum yapısı yaygınlaşmaktadır. Bu palyatif bir demokrasidir.” Elbette “demokrasi-sonrası” özlemleri yeni değil, taa 1970’lerde bunun temellerini atmışlardı. Saçma sapan bir “oyun”u ilkçağlardan günümüze sürdürmenin ne anlamı vardı ki? Sorun şu ki kapitalizm de henüz tam anlamıyla bu olgunlukta, güçlülükte ve yetenekte, esneklikte olmadığından “ödünler” vererek, meşhur bir ileri iki geri, iki ileri bir geri dansıyla “palyatifliğe” kadar getirdi dünyayı ve insanlığı… Eh, artık acı da yok, ne güzel! “Palyatif siyaset acı verebilecek keskin reformlar ya da vizyonlar oluşturmayı beceremez. Bunun yerine sistemik bozukluk ve kırıklıkların üzerini örtmekle kalan kısa süre etkili ağrı kesicilere başvurur. Palyatif siyasetin acıya cesareti yoktur.”
TWİTTER, FACEBOOK, INSTAGRAM VE DİĞER “AĞRI KESİCİLER”DE BULUŞMA
“Palyatif toplum, aynı zamanda bir ‘beğendim’ toplumudur da. Bir beğeni çılgınlığına kapılmıştır. Her şey beğeni kazanana kadar düzleştirilir.’Like’ günümüzün imi, hatta ağrı kesicisidir. Sadece sosyal medyaya değil, kültürün bütün alanlarına hâkimdir. Sadece sanat değil, bizzat hayat instagramlanabilir olmak durumundadır; yani acı verebilecek keskin kenarlar, uçlar, çatışmalar, çelişkiler giderilmiş olmalıdır.” Burada çok daha önemli ve “insani” bir vurguya değiniyor Chul Han. “Acının arındırıcı olduğu unutulur. Acı katartik bir etki gösterir. Beğeni kültürü katharsist imkândan yoksundur. Bu da insanların beğeni kültürünün yüzeyi altında biriken olumluluk cürufunda boğulmasına yol açar.”
Sartre “başkası cehennemdir” derken tam olarak neyi kastetmiştir bilemem, laf ünlendiği için ben de burada kullanıyorum. Ancak “Palyatif Toplum”un yazarının savı bana çok daha doğru geliyor: “aynının cehennemi” daha can yakıcı görünüyor. “Beğenirlilikte aynı olan” özellikle… Ne hoş değil mi hepimiz yeri geliyor “beğendim” ifadesi koyuyoruz. Bazen yanındayız “diyoruz”, bazen gözyaşı “döküyoruz”, bazen “gülüyoruz”, bazen kızgınlık “gösteriyoruz”… Yaşasın emojiler!… Olan emojilere oluyor!
Daha fazla uzatmaya gerek var mı? Mesele anlaşılmıştır sanırım. Bir an önce Byung-Chul Han’ın tüm eserleri, bu kısa not bağlamında da “Palyatif Toplum” adlı kitabı (77 sayfalık bir risale der bizimkiler ama dev bir birikimi emen bir 77 sayfa) edinip okumakta fayda var –diye düşünür ben!
Alaattin Topçu